Gazetelerde sıkça görürüz: “Fakir bir aileye yardım eli uzatıldı” ya da “Dilencilik çetesi çökertildi.” Haberler yan yana gelir; biri merhameti, diğeri istismarı hatırlatır. Bugün dilencilik çoğu zaman bir geçim değil, kötüye kullanılan bir alışkanlık haline geldi. Ama benim çocukluğumda, köy köy dolaşarak un, buğday isteyen gerçek fakirler vardı. Onların durumu içler acısıydı; bugün geriye dönüp baktığımda şunu da görüyorum. O günün fakirleri gerçekten ihtiyaç içindeydi. Köy köy dolaşır, buğday, un toplar; onları satar, parasıyla ekmeklerini kazanırdı yardımı Allah rızası için kabul eder, sonra çalışarak kendilerine bir yol bulmaya çalışırlardı.
İşte size, çocukluk yıllarımdan hiç unutmadığım bir kış gecesini anlatayım.
Annemi küçük yaşta kaybetmiştim. Beni babaannemle birlikte dedem büyüttü. Nur içinde yatsınlar. Dedem, sekiz yıl yatağa bağımlı halde yaşadı ama vicdanı dimdik ayaktaydı. Öğretmen okulu son sınıfta kompozisyondan bütünlemeye kalmıştım. Öğretmenim bana, “Klasikleri oku.” dedi. Elime okumam için uzun bir liste verdi. Dünya ve Türk edebiyatının büyük eserlerini okudum. O kitaplar bana çok şey kattı ama en büyük dersi dedemin hayatı verdi.
Bir kış günüydü. Kar neredeyse yarım metreyi bulmuştu. Akşam karanlığında kapımız çalındı. İçeriye perişan hâlde bir fakir girdi. Aç, yorgun ve çaresizdi. Dedem, hasta yatağında seslendi:
“Buğday verin.”
Ona yiyecek verildi, ama mesele bitmedi. Fakir, soğuk gecede nerede yatacaktı? Köyde boş bir fırına sığınmayı düşündüğünü söyleyince, dedem hiç düşünmeden,
“Çağırın, burada kalsın.” dedi.
Evimiz mütevazıydı. 1944 depreminde ikinci katı yıkılmış, üç odalı bir ev kalmıştı. Biz hep birlikte bu evde kalıyorduk. Fakire ise fırın odasında bir yatak yapıldı. O gece, dedemin merhameti sayesinde bir can soğuktan korunmuştu.
Ertesi sabah fakir kahvaltısını yaptı. Ardından evimizi bit sarmıştı. O yıllarda çamaşır makineleri yoktu. Köyün hayratında çamaşırlarımızı yıkayarak haftalarca bitten arındık. Aile büyükleri bu zahmet yüzünden dedeme içerledi ama kimse ona doğrudan söz edemedi. Çünkü herkes biliyordu: Onun kalbi, vicdanın sesini herkesten daha güçlü haykırıyordu.
Ben bu olayı bütünleme için yazdığım kompozisyona konu ettim. Yazımı okuyan öğretmenim gözlerime bakarak,
“Harika bir yazı olmuş.” dedi.
İşte o an anladım: Edebiyatın özü kelimelerden çok, yaşanmışlıklarda gizlidir.
Bugün düşünüyorum da, dedemin o hasta yatağında bile gösterdiği insanlık dersi, bana bir ömür yetecek kadar büyük bir miras bıraktı. O günkü fakirler gerçekten muhtaçtı, yardımı hak ediyordu. Ama bugün dilencilik çoğu kez bir geçim değil, bir çıkar kapısı haline geldi. Bu yüzden merhameti istismardan ayırmak gerekiyor.
Bir fakire açtığımız kapı aslında kendi kalbimize açtığınız kapıdır. Fakat bugün merhameti doğru kişiye yönlendirmek, en az merhametin kendisi kadar önemlidir. Çünkü hak edenin eline uzanan yardım, dua ile bereketlenir; kötüye kullananın eline düşerse değersizleşir.
Bu kış gecesi hatırası benim için bir çocukluk anısından öte; topluma ders veren, vicdana yön gösteren bir hayat gerçeğidir.