Geçen haftadan devam ediyorum.

…/.

Beypazarı’nın Rüstempaşa Mahallesi’nde geçtiğimiz yıl, 600 metrekarelik bir alanda, 1600 gaz lambasından oluşan bir gaz lambası müzesi açılmış. Müze o kadar ilginç ve güzel ki, gezerken hayran kaldım. Süreyya Özkan, yıllarca yurt içinden ve yurt dışından biriktirdiği gaz lambalarını Beypazarı Belediyesine bağışlamış. Ben de Süreyya Özkan Gaz Lambası Müzesi’ni gezerken gaz lambalarının serüvenini anlatan yazıları not aldım. Benim çok ilgimi çekti; bunları size de aktarmak istiyorum.

Müzede gaz lambalarının insanlık tarafından nasıl icat edildiğini anlatan açıklamada şöyle yazıyor:

“İnsanoğlunun varoluşundan beri aydınlık ve ışık vazgeçilmez ihtiyaçlarından biridir.

Ateşin keşfinden sonra eti pişirerek yemeğe başlayan insanoğlu, ateşte hayvan yağının uzun süre yandığını görünce hayvan yağını aydınlatmada kullanmaya başlamıştır. Taşları oyarak yaptığı kaplar, balçıktan kuruttuğu kaplar, deniz kabukları, hayvan boynuzları vb. uygun nesneleri kullanarak hayvansal yağların içine attığı kuru yaprak, ince odun parçalarını yakarak aydınlık elde etmeye başlamıştır. İlerleyen zamanlarda aynı yöntemlerle bitkisel yağlar da yakılmaya başlanmıştır.

Arıtılmış gaz yağının icadı… 1840 ve 1950’li yıllarda Polonya’da ve Kanada’da petrolden arıtılmış ve adına gaz, ya da gaz yağı denilen saf, daha ince bir yakıtın icat edilmesi ile birlikte bu yakıta uygun yeni gaz lambalarının icadı hızla artmıştır.

Yuvarlak fitilli, çift fitilli, duman yapmayan, hava akımını daha iyi sağlayan camlar, oksijen akışını daha iyi sağlayan bekler (yanma odaları) icat edilmeye başlanmıştır. Arıtılmış gaz yağının ortaya çıkması ile gaz lambalarında yeni modeller, yeni maddeler, yeni cam, fitil şekilleri hızla kullanılmaya başlanmıştır.”

Müzede “İlk Lambalar” da şu şekilde anlatılıyor:

“M.Ö. 2000’li yıllarda kum, soda ve kaya tuzunun sıcakla işlenmesi ile cam işçiliği başladı ve bu alandaki gelişmeler lamba tasarımında bir çığır açtı. 18. yüzyıla kadar cam veya metal hazneli, son dönemde petrol türevi yakıtlı, ancak temelde hep aynı prensiple çalışan lambalar ve kandiller yaygın olarak kullanılmıştır. Bunların sorunu, çok yoğun koku yaymalarının ötesinde, iyi kalitede renkli görmeyi zorlaştıran turuncu renkte bir ışık vermeleri ve çıkan karbondioksidin ve nemli işin zamanla bacada birikerek ışık çıktısını azaltması idi.

Ülkemizde de eskiden geceleri içlerinde yağ kandilleri bulunan fenerler elde taşınır, varlıklı kişiler bunlarla evlerinin önünü kendileri aydınlatırmış.

1V. Murat döneminde yatsı namazından sonra elde fenersiz dolaşmanın yasaklandığı bilinmektedir. Mimar Sinan’ın yaptığı Selimiye Camisi uzun süre gazyağı lambaları ile aydınlatılmış, hatta 1692 yılında lamba yakılması işlemleri sırasında düşen bir yıldırımın beş çalışanın ölümüne neden olmuştur.

Yağ lambalarının ışığı sürekli dalgalanıyor, ama mumlara göre daha fazla ışık veriyordu. Alev tabanlı ışık kaynaklarının aydınlatması, lamba içinde kullanılan yanıcının içeriği, yakıcının tipi ve şekli, yakıcıyı çevreleyen hava ve baca geometrisi gibi etkenlerle değişiyordu . Düşük kaliteli, ancak pratik ve uzun süreli kullanılabilen bu ışık kaynakları, evlerde mumlar ile birlikte kullanılmıştır. Almanya’da gerçekleştirilen Hefner lambası, alev standardı lambası olarak 1948 yılına kadar bilimsel ölçümlerde kullanılmıştır.

18. yüzyıl sonlarında, sanayileşen bir çok ülkede eldeki ışık kaynaklarının parlaklığı ve aydınlatıcılarda kullanılan yakıcıların verimliliği tartışılırken, gaz şirketlerinin baskısı altında gaz lambalarının kullanımı yaygınlaştı. Bu tip lambaların parlaklığı kontrol edilebiliyor, depolama kapasitesine göre uzun süreli çalıştırılabiliyorlar, üstelik daha az bakım gerektiriyorlardı. Gaz lambaları sayesinde akşamları da çalışmak mümkün olmuştu. Ancak o dönemde bir çok tiyatro ve gösteri salonunun yanarak kül olmasının nedeninin de gaz lambaları olması dikkat çekicidir.

Uluslararası Aydınlatma Komisyonu’nun (CIE) kurulması da 1900 Paris Uluslararası Gaz Kongresi’nde olmuştur. Ülkemizde ilk kez 1856 yılında Dolmabahçe Sarayı’nın içinde bir gazhane kurularak saray aydınlatmasında buradan yararlanılmış, elde edilen gaz fazlası ile Sultan Abdülmecit döneminde Beyoğlu bölgesi de aydınlatılmıştır. İstanbul’da zamanla Kuzguncuk, Yedikule, Hasanpaşa gazhaneleri kurularak bu uygulama genişletilmiştir.

Sultan II. Abdülhamit’in elektriğin tehlikelerinden çekinmesi, elektrik enerjisinin yerleşmesini biraz geciktirmiştir. 1913 yılında İstanbul Silahtarağa’da ilk elektrik santralinin kurulması ve 1920’lerden sonra yaygın olarak elektrik kullanılmaya başlanmasıyla birlikte aydınlatmada hava gazı kullanımı önemini yitirmeye başlamıştır.”

…/.

Haftaya devam edeceğim.