Ormanların sessizliğinde bir yara kabarıyor. Her atılan plastik şişe, her bırakılan lastik parçası, her terk edilmiş poşet… sanki insan vücudunda çıkan çıbanlar gibi. İnsan eliyle kirletilen bu güzellik, sadece ağaçlara değil, toprağa, suya, hatta orada yaşayan hayvanlara bile acı veriyor. Yaylalarda ve ormanlarda gezen hayvanlar bu plastikleri yutarak ölüyor, toprak nefes alamıyor. Atılan şişelerden yangınlar oluşuyor. Oysa doğa bizim yaşam kaynağımız, evimiz, geleceğimizdir.
Bolu Belediyesi’nin son dönemlerde şehir içine çöp atanlara ağır cezalar uygulama kararı alması ve yapılan denetimlerde şehir merkezinde çöp bulunmadığının açıklanması gerçekten sevindirici bir gelişmedir. Ancak doğada, köy yollarında, yaylalarda hâlâ çöplerle karşılaşmak içimizi acıtıyor. Bu bir alışkanlık değil, bir hastalıktır. Üstelik sadece doğayı değil, insan vicdanını da kirletiyor.

Bu noktada, Kanuni Sultan Süleyman’ın yaşlılığında Osmanlı’nın geleceğini merak edip Ebu Yahya’ya gönderdiği mektup aklıma geliyor. Ebu Yahya, padişahın mektubuna sadece iki kelimeyle cevap verir: “Ne melazım.”
Bunu anlamlandıramayan Kanuni, Ebu Yahya’nın huzuruna giderek bu cevabın anlamını sorar. Ebu Yahya’nın cevabı ibretliktir:
“Sultanım, bir gün tebaanız kötülük karşısında, haksızlık karşısında ‘Ne melazım’ demeye başlarsa, işte o gün imparatorluk çökmeye başlar.”
Bugün doğaya atılan çöpler, çevreye verilen zararlar karşısında sessiz kalan her birimiz, farkında olmadan bu “ne melazım” hastalığına yakalanıyoruz.

Geçenlerde bir düğün konvoyunda şahit olduğum olay da bunun küçük bir örneği. Önümdeki minibüsten bir genç, pencereden çöp fırlattı. Yanımdaki eşim, “Boşver, dokunma, başına iş alırsın” dedi. Ama içim elvermedi. Aracın yanına yanaştım, “Gençler, bu çöpü kim attıysa lütfen geri alsın. Bu minibüsün arkasında Türk bayrağı var. Biz bu ülkeyi size emanet edeceğiz, siz ise bu ülkeyi çöplerle kirletiyorsunuz,” dedim.
Başta kimse kabul etmedi. Fakat biraz sonra konvoy bir meydanda durduğunda gençlerin yanına tekrar gittim. Bu kez biri utançla, “Amca özür dilerim, ben attım. Dönüşte o çöpü oradan alacağım,” dedi. O an içimde büyük bir sevinç ve umut hissettim. Çünkü bir gencin vicdanına dokunabilmiştim.
Bizim ihtiyacımız olan şey tam da budur: Duyarlılık, sorumluluk ve vicdan.
Doğaya atılan her çöp bir iz bırakır; sadece toprakta değil, insanlığın yüzünde de bir leke bırakır. Bolu’nun örnek uygulamaları tüm Türkiye’ye yayılmalı. Ormanlara ve yaylalara fotokapanlar yerleştirilmeli, çöp atanlar cezalandırılmalı. Japonya gibi, Avrupa gibi tertemiz bir ülke olmak imkânsız değil. Yeter ki “ne melazım” demeyelim.

Doğa bizi kucağına alır; ormana girdiğinizde bol oksijenle ciğerleriniz dolar, sessizliğin içinde derin bir huzur bulursunuz. Ağaçlarla konuştuğunuzda, sizi sessiz ama harika bir şekilde dinlerler. Çünkü doğa, insana hem nefes hem de sığınak olur. O bize sabrı, dengeyi, paylaşmayı öğretir. Biz de ona saygı göstermeyi öğrenmeliyiz. Çünkü doğayı kirleten, aslında kendi geleceğini kirletendir.
Biz doğayı hoyratça kirletiyor, kaynaklarını sorumsuzca tüketiyoruz; ancak unutmamalıyız ki doğa sessiz değildir. Onun sabrı tükendiğinde intikamı çok ağır olur. Seller, yangınlar, kuraklıklar ve fırtınalar, aslında doğanın bizden hesap sorma biçimidir.
O halde doğaya canımız gibi bakmalı, ona zarar değil, hayat vermeliyiz.
17 Kasım 2025
Şükrü Karataş